Duymak & Dinlemek: Klasik Müzik

jw7da1v

 

Tercih ettiğiniz bir içecek eşliğinde, gürültü kirliliğinden uzak, rahat bir yerde gevşeyerek, kendinizi ~15 dakikalığına teslim etmek daha keyifli gelebilir…

“Rock müzik” dendiğinde aklınıza ne geliyor? Peki, radyo frekansınızı Rock FM’e ayarlarken ne tür bir müzik duymayı bekliyorsunuz? Rock ‘N Roll? Pop Rock? Punk? Heavy Metal olabilir mi?

Bugün, Batı’nın, yüksek müzik kültürünü kastederek kullandığımız “Klasik müzik” terimi, aslında müşterek tatbik devri (common practice period) denilen üç asırlık bir klasik dönemin yanısıra ; Modern (1900-1930), 20. yüzyıl (1900-2000), Çağdaş (1975-ve 21. yüzyıl (2000-) gibi geniş bir yelpazeyi tanımlamakta. Ancak bu sonraki dönemlere ait Klasik müzik eserleri, daha farklı tonal ve melodik sistemlerle düzenlendikleri için, artık geleneksel Klasik müzik algısı dışında incelenmeleri gerekir. O yüzden bu yazıda yalnızca üç asırlık klasik dönem ele alınmıştır.

İşte tıpkı Rock müzik gibi, Klasik müzik de bu üç asır boyunca, birbirlerinden ince farklarla ayrılan bir takım alt türler (sub-genre) doğurmuştur. Bu alt türleri birbirinden ayıran ince farklar ise her birinin doğduğu zaman dilimiyle ilintilidir.

Müzik dediğimiz sanat formu daima bir takım duyguları, fikirleri ve inançları yakalamaya ve dinleyiciye ifade etmeye çalışır, bunu su götürmez bir gerçek olarak kabul edebiliriz. Öyleyse Klasik müziğin bize anlatmak istediklerini nasıl anlayabiliriz?

İşte, alt türlerin doğdukları zaman dilimlerinin toplumsal ve tarihsel çözümlemeleri, bu soruyu cevaplamaya çalışırken bize yardım edecek ; çünkü her alt tür farklı duygu, fikir ve inançların hakim olduğu farklı dönemlerde doğmuş. Yani ifade etmek istedikleri ve beslendikleri toplumsal ve tarihsel gerçekler birbirinden farklı.

—–

Bir dönemi okumaya başlamadan önce ilgili müzik kaydını oynatmaya başlayın. İlk etapta okurken, arkaplanda çalan parçayı yalnızca “duymak” yeterli olacaktır.

Fakat o dönemle ilgili okuma bittiğinde artık parçanın geri kalanını, okuduklarınız doğrultusunda, “dinlemeye” çalışın.

Eğer parçaları dinlemeye elverişli bir ortamda değilseniz, bu okumayı daha uygun bir zamana ertelemeniz – şiddetle – tavsiye olunur. İyi yolculuklar…

Barok Dönem (1600 – 1750)

17. yüzyıldayız. Hollanda’da yaşayan René Descartes adında bir Fransız, Rasyonel Düşünce yoluyla doğa bilimlerinin temelini mantığa dayandırıyor ve sorgulama eylemine yeni bir boyut katıyor. İngiltere’de Isaac Newton adlı genç bir adam yerçekimini ve evrenin mekaniklerini inceliyor ; yirmi bin yıllık uygarlık tarhindeki en büyük buluşlardan birini gerçekleştirmek üzere. John Locke adında başka bir İngiliz ise toplumların kökenini ve devlet otoritesinin birey üzerindeki meşruluğunu sorguluyor.

O güne kadar kabul görmüş temel doğruları alaşağı edecek düşünce ve fikirlerin – deyim yerindeyse – serbestçe at koşturabildiği ; sürekli birilerinin Evren, Tanrı, Devlet, Toplum ve Birey üzerine yeni algılar yaratan kuramlarla ortaya çıktığı bir dönemdeyiz. Özetle, bir çok mesele üzerine yeni argümanlar ve temel sarsan yeni teoriler havada uçuşmakta ; değişimin rüzgarları şiddetle esmekte.

Dinlediğimiz kayıt Johann Sebastian Bach‘ın, «Fugue G minor, BWV 578, ”The Little”» parçasının piyano ile çalınmış bir performansına aittir.

Burada Barok müziğin belirleyici özelliklerinden biri olan “polifoni (çok seslilik) odukça belirgin. Bu dönemin öncü figürleri genelde geniş kapsamlı çalışmaları, birden fazla konuya el atmaları ile ünlüdür. Onların uzmanlık algısı, bugün bizim sahip olduğumuz uzmanlık algısından farklıdır. Örneğin bir bilim adamı aynı zamanda ; hem felsefe ile, hem fizik ile, hem etik ile, hem de matematik ile ilgilenir. Yani bilim, bugünkü gibi çalışma alanları birbirinden net çizgilerle ayrılan dallara sahip değildir – çok seslilik mevcuttur. Üstelik sadece bilimde değil, sanatta, mimaride ve başka alanlarda da bu durum böyledir, bir çok öğe birleştirilip ağırlık ve karmaşıklık içinde yüzen sofistike eserler ortaya konmaktadır.

 

lopera-garnier

L’Opéra Garnier, giriş salonu. Aşırı Sofistike Barok Stilinden bir örnek.

Piyanistin sağ eli ve sol eli, değişik ölçülerde notalar çalıyor ve ayrı çizgilerde ilerleyen iki farklı melodi ortaya çıkarıyor. Parçanın başından sonuna çizili tek bir melodik çizgiden ziyade iki, hatta üç tane birbirine paralel çizgi düşünün. Bu farklı melodik çizgilerde ilerleyen sağ el ve sol el sürekli birbirleriyle çekişme halinde. İşte burada 17. yüzyıla hakim olan rasyonalist ruhun ; karşıt argümanlara, tezlere, anti-tezlere, tartışmaya ve sorgulamaya ettiği itibarın vücut bulduğunu görüyoruz.

Genel melodik duruşa baktığımızda ise “Es(“duraklama”) içermeyen, dinamik tempolu bir yapı var. Aynı zamanda parçaya hakim belli bir melodik bütünlük mevcut ve bu melodik bütünlüğün verdiği tema, oldukça tutarlı bir şekilde, parça boyunca adeta bir döngü içerisinde tekrarlanıyor. Burada ise rasyonalizm‘in, “tutarlı ve mantıklı olan doğrudur” algısının – ve belki de Descartes’ın kartezyen döngüsünün – müzikte vücut bulmuş halini görebiliriz.

Parçanın bestecisi Bach da, tıpkı Gottfried Leibniz‘in, yarattığı cebirsel mantık sistemini kullanarak, rasyonel düşünceyi matematiğe dökmesi ve sistematikleştirmesi gibi, müziği evrensel bir ölçeğe oturtmuş ve sistematikleştirmiştir.

Onun zamanındaki kompozitörler genelde bir çerçeve belirlerlerdi. Eseri sergileyecek sanatçılar da bu çerçeveyi süsler ve karmaşıklaştırırlardı. Yani bir eserin Viyana‘da sergilendiği hali ile Paris‘te sergilendiği hali, sergileyen sanatçılara bağlı olarak birbirinden değişik olabiliyordu. (Dinlediğiniz eserlerin aslında birer “yorum” olduğunu düşünün, orijinal eser size tam olarak kompozitörün hayal ettiği, kastettiği şekliyle ulaşmayabilirdi.) Fakat Bach, kompozisyonlarını yazarken kullandığı detaylandırılmış nota sisteminde, bütün melodik çizgileri işaretlerle (notasyonlarla) terbiye ederdi. Bu da eseri sergileyecek sanatçının yaratacağı varyasyonları en aza indirirdi. Yani kompozitörün vermek istedikleri ve kafasında kurdukları mümkün olduğunca korunarak sergilenebiliyordu. İşte bu yüzden diyebiliriz ki, Bach sayesinde müzik de, tıpkı diğer disiplinlerin matematik kullanılarak evrenselleştirilmesi gibi, detaylı notasyonlar kullanılarak evrenselliğe ulaştırılmıştır.

Klasİk Dönem (1730–1820)

Artık 18. yüzyıldayız. “Voltaire” takma adıyla, eserlerinde Katolik Kilisesi’ne ve diğer otoritelere saldırmayı kendine görev bilmiş Fransız bir eylem adamı ve yazar, Avrupa’nın önde gelen mecralarına ve şahıslarına din özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve sekülarizmi savunan yirmi bini aşkın mektup yollayarak ; iki binden fazla da kitap ve kitapçık yazarak herkesin başını ağrıtıyor. Adam Smith adlı bir İskoç, iş bölümü ve serbest piyasa üzerine yeni kuramlar geliştiriyor ve liberalizmin tohumlarını atıyor. Fransız bir marki, Nicolas de Condorcet, yazılarında ve fikirlerinde, parasız ve eşit eğitimi, bir anayasa olması gerektiğini, kadınlar da dahil olmak üzere, her ırktan her insan için eşit hakları ve liberal bir ekonomiyi savunarak adeta Aydınlanma Çağı ruhunun temsilciliğini yapıyor. Başka bir Fransız asilzâdesi, Henri de Saint-Simon ise, aristokrat statüsünden feragat edercesine, ilerde Fransız sosyalizminin temellerini atacak düşünceler üzerinde çalışıyor.

Görüldüğü gibi, Rasyonalizm‘in sorgulama ve araştırma geleneği artık iyice köklenmiş ve yeni nesil düşünürler doğurmuş. Yavaş yavaş teokratik sistemin yerini, lokomotifi bilim olan bir sistem almaya başlamış. Fransız ve Amerikan devrimlerinin gerçekleşmesinin ve Birleşik Devletler ile Fransa’da insan hakları bildirgelerinin beyan edilmesinin bu döneme rastgeldiğini hatırlatmak gerek.

Bütün bunların yanında 18. yüzyıl, aynı zamanda Sanayi Devrimi‘nin de başladığı asırdır. Artık üretimde tıkır tıkır çalışan ve durmak, yorulmak bilmeyen makineler gittikçe büyük bir rol oynamaya ; toplum ve günlük hayat ise bu değişime ayak uydurmak adına yeniden düzenlenmeye başlamıştır.

Yani 17. yüzyıl’ın sudan çıkmış balık hali, yavaş yavaş yerini daha sistematik düşüncelere ve sağlam temeller üzerine geliştirilmiş bir bilimsel yönteme bırakmaya başlamıştır. Görüldüğü gibi bu ilkelere dayalı fikirler, artık kağıtlardan ve teorilerden taşarak gerçek dünyada uygulama alanları bulmaya ve topluma nüfuz etmeye başlamıştır.

İşte bu yeni bilimsel yöntemin, bir takım uygulama alanları aracılığıyla, aynı zamanda günlük hayata sızması, toplum iradesinin de sağlam bir temel, kesin ve düzgün ayrım noktaları, aktarılmak istenen şeyin vakit kaybetmeksizin ve açık bir şekilde aktarılması gibi arayışlara yönelmesine neden olmuştur.

Böylece bilimde ve günlük hayatta aranan sadelik, akıcılık ve düzen ; mimariye, müziğe ve diğer tüm sanat dallarına da yansımış, Barok Dönem’in şaşası geride bırakılıp, Antik Yunan ve Roma kültürlerinin sade ve düzenli estetik tarzı tekrar canlandırılmaya başlanmıştır.

260px-paleis_1

Paleis op de Dam, ana salon. Klasisizm’in sade ve düzenli stilinden bir örnek.

Dinlediğimiz kayıt, Joseph Haydn‘ın «Sonate As-Dur, Hoboken XVI-46, Allegro moderato» parçasının, yine, piyano ile çalınmış bir performansına aittir.

Barok müzik tarzının aksine, genele hakim, bütünsel ve döngüsel bir melodi bulamayız. Bunun yerine bir makine gibi tıkır tıkır, sürekli ilerleyen ve yeni melodiler üreten bir yapı mevcut. İşte burada rasyonel düşüncenin erken dönemlerinde ortaya çıkmış yöntemlerden biri olan kartezyen yöntemin eleştirisinin ; daima yeniye, iyiye ve gelişmeye meraklı, geri dönüşleri ve döngüleri reddeden (sonraları Positivizm olarak anılacak) daha çizgisel bir düşünce tarzının ortaya çıkışının yansımasını görebiliyoruz.

Ayrıca barok tarzda gördüğümüz katmanlar halindeki polifonik dokudansa, tek bir melodik çizgi, ve ona eşlik eden “homofonik(benzer sesli) bir yapı görüyoruz. Piyanistin sol eli ana melodiye eşlik eden akorları çalarken ; sağ el, ana melodiyi oluşturuyor ve ilerletiyor. Burada David Hume ve Adam Smith‘in küçük parçaların bir bütünü oluşturmak için birlikte çalışması gerektiğinden bahseden “iş bölümü” kuramının ve buna istinaden artan uzmanlaşma eğiliminin, klasik dönem müziği üzerindeki etkisini görebiliriz.

Romantİk Dönem (1815–1910)

19. yüzyıl’a geldiğimizde ise Sanayi Devrimi’nin yol açtığı kentsel yayılma, sanayileşme ve bir anda patlak veren nüfus artışı, yavaş yavaş insanları boğmaya başlamıştır. Buna tepki olarak, Klasik tarzın aşırı düzenli, öngörülebilir ve “sıkıcı” yapısına karşı, eskiyi kucaklayan ; mistik bir doğayı, rasyonel bir doğaya tercih eden bir hareket yükselişe geçer. Charles Baudelaire’in tanımına göre, “Romantisizm, ne bir konuda mutlak ve doğru olan bilgiye ulaşma çabasıdır, ne de rasyonel düşünmekle ilgilidir ; romantisizm, akıl ve mantıkla değil, yalnızca hissetmekle ve duygularla ilgilidir.”. İşte bu yeni hareket, mantığı ve akılcı düşüncenin sunduğu deneyimleri reddeder ; aksine, güçlü duyguları estetik deneyimin en önemli kaynağı olarak görür ve özellikle vahşi doğanın uyandırdığı korku, dehşet ve haşmet gibi duygulardan beslenir. Belirsizlik, doğallık (spontanlık)Antik ve Orta çağdaki gelenekler ile değerler tekrar itibar görmeye başlar.

Mimaride, Klasik stilden çok da farklı bir tarz sunmamasına karşın, özellikle resim, edebiyat ve müzik dallarında geniş ifade alanı bulan romantizm akımı ; insanoğlunun rasyonel bir varlık olmadığını, yeri geldiğinde celallenip, yeri geldiğinde durulabilen, tutarsız ve dengesiz bir yapıya sahip olduğunu vurgular.

caspar_david_friedrich_-_wanderer_above_the_sea_of_fog

“Der Wanderer über dem Nebelmeer” Doğanın haşmetini ve insanoğlunun küçüklüğünü ima eden bir Caspar David Friedrich tablosu.

Dinlediğimiz kayıt Frédéric François Chopin’in piyano için yazılmış, «La Fantaisie-Impromptu, C♯ minor, Op. posth. 66» parçasının bir performansına aittir.

Impromtu“, genelde solo bir performans için yazılan, romantik dönemde yükselişe geçmiş bir müzikal kompozisyon tarzıdır. Bu tarz kompozisyonlar, performansı sergileyen sanatçının ruhundan gelen doğaçlamalara izin verir – ve hatta bunu teşvik eder. İşte burada hisler ve duygular üzerine eğilen Romantik dönem müziğinin belirleyici özelliğini görüyoruz.

Parça boyunca zaman zaman yükselen ve zaman zaman alçalan tempo – Klasik tarzdaki gibi – belli bir dinamizme sahip olmakla birlikte ; beklenmedik iniş çıkışlarla sağlanan gizemli hava, bir takım duyguları harekete geçiren bir melodik doku sunuyor. Bu noktada ise Romantik dönem müziğinin, insanın tutarsız duygularına, düşüncelerine ve kararsızlığına yaptığı vurgu ön plandadır.

Sonuç

Peki özgül eserlerde neler anlatılmak istendiğini nasıl anlayabiliriz? İşte bunun için kompozitörün yaşadığı ve çalıştığı şehirlere ; parçaların ve senfonilerin kimler tarafından ısmarlandığına ve kompozitörün kişisel hayatına bakmak ; sonra da bu çözümlemeleri, eserin düzenlendiği dönemin özellikleriyle bağdaştırmak suretiyle, yorumlamak gerekir. Fakat bu bölüm, Klasik müziğe genel bir bakış açısı sunabilmek üzerineydi ; böyle öznel bir konuyu başka bir bölümde ele almak daha doğru olacağından, burada buna yer verilmemiştir.